RÖPORTAJ: UMBERTO ECO - EĞİTİM ÜZERİNE (1987)
Umberto Eco, ülkemizde daha çok kitaplarıyla konuşuluyor olsa da onun çeşitli konulara yayılan geniş bilgisinden ve farklı bakış açısından da yararlanmak gerektiği kanaatindeyim. Bu maksatla, yakın zamanda "Gülün Adı" kitabını yorumladığım yazarın, yine kitapla ilgili bir röportajını çevirmeyi tasarlamıştım, ancak bunu sonraya erteleyerek, onun eğitim gibi önemli bir konuda görüşlerini bildirdiği bu röportaja denk geldim ve sizler için çevirdim. Çünkü söyleşide bahsedilen sorunlar, günümüzde de hayli derinleşmiş şekilde devam etmektedir. Eco'nun eğitim üzerine söyledikleri eminim sizleri de düşündürecek ve farklı bir bakış açısı kazanmanıza yardımcı olacaktır.
Okuyacağınız röportaj, Umberto Eco'nun 1987 senesinde Diacritics'in 17. sayısında verdiği röportajın bir bölümüdür. Röportajın tamamında çok farklı konulara değinilmiş olsa da, burada yer alan kısım sadece "Eğitim" üzerine olan kısımın çevirisidir. Çeviri tarafımca yapılmıştır. Okumak isteyenler için İngilizce aslına ait link, yazının en altına eklenmiştir.
İki saatlik bir
dersten yeni çıktınız ve hemen ardından bu röportaja gelmek, sizin için
muhtemelen sinir bozucudur. Bir sınıfa girdiğinizde nasıl hissedersiniz – bir
palyaço gibi mi yoksa bir rahip gibi mi?
Ben daha çok bir aşık gibi hissederim ki bence,
bazılarımızın öğretmen olmaya karar vermesi, aktörlerin tiyatroda çalışmaya
karar vermesiyle aynı sebebe dayanıyor. Her iki meslekte de insanı aşık eden
bir yön mevcut. Uzun yıllardır öğretmenlik yapıyorum, fakat sınıfa her girişimde,
asla ben bu işi ilk kez yapıyorum şeklinde düşünmek yanlışına düşmedim. Sınıfa
girdiğiniz andan itibaren, ilk üç dakika boyunca, öğrencilere kendinizi
sevdirmeniz gerektiğini bilirsiniz. Ve sonra, onları kazanmadıysanız,
öğrenciler onlara aşık olduğunuz hissine kapılmamışlarsa, her şey biter.
Yapacağınız en iyi şey eve dönmenizdir.
Bu aşk duygusunu
bütün bir dönem boyunca nasıl canlı tutuyorsunuz?
İlk üç dakikadaki savaşı kazandıysanız, geriye endişelenecek
çok az şey kalır. Köpeklerle benzer bir deneyimim var; beni asla ısırmazlar,
çünkü, bir şekilde, onları sevdiğimi bilirler. Çocukluğumda, mahallemdeki en
vahşi köpeklere yaklaşırdım ve onlar buna izin verirlerdi. Bir keresinde, bu
gerçek, arkadaşımın evine gitmiştim ve o bana “Şu köpeğe fazla yaklaşma,
tehlikeli bir köpek.” dedi. Ben de ona, tehlikeli köpek diye bir şey olmadığını
söyledim. Hayvana yaklaştığımda, dişlerini koluma geçirdi ve bende köpeğe “Ne
yapıyorsun?” dedim. Köpek özür diler gibi bana baktı, hırıldadı ve uzaklaştı.
Demek istediğim, hayvanlar sizin onlara saygı duyduğunuzu, onlardan
korktuğunuzu veya onları sevdiğinizi anlarlar. Sanırım bu biraz yakışıksız bir
benzetme oluyor fakat aynı durum öğrenciler için de geçerli. Onları hor
gördüğünüzün, öğretmek istemediğinizin, anlattıklarınıza kendinizin bile
inanmadığınızın farkına varırlarsa, sizi derhal dışlayacaklardır. Tam tersi
durumda da sizi seveceklerdir. Tıpkı zamanında beni seven ve öğrencilere saygı
göstermeyen kişileri hor gören öğretmenleri sevmem gibi.
Aşk/sevgi konusu yine
de bütün meseleyi açıklamıyor. Onlar iyi anlamda biraz agresifliğe de sahipler. Öğretme işinin de agresif bir eylem olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette öyle. Sınıfa girerken, başka insanların fikirlerini
değiştirmeye odaklanıyorsunuz. Onların ön yargılarını yıkıp, yerine farklı bir
bakış açısı/dünya görüşü sunuyorsunuz. Daima bir parça ikna, ele geçirme söz
konusu oluyor. Öğretme konusunda, madalyonun diğer yüzüne baktığımızda, aşkla
yapılan her şeyde olduğu gibi, bir geri dönüş alıyorsunuz, daha önce anlayamadığınız
bir şeyin farkına varıyorsunuz. Öğretmeyi niçin seviyorum? İlk üniversite
dersimde ne yaşadığımı anlatayım. James Joyce hakkında, henüz bir makale
yazmıştım, L’Opera aperta kitabıma sonradan eklediğim bir parça. Düşündüm ki,
tamam, Joyce üzerine çalıştım, onu tamamen biliyorum, bu ders de çok rahat
geçecek. Tam bir felaketti. Konuyu anlatırken, gerçek anlamda bir şey
bilmediğimi fark ettim. Bir makale yazdığınızda, cümleleri: “ İyi bilinir ki…”,
“şurası çok açık ki…” şeklinde sıralayabilirsiniz. Eğer bir sınıfta ders
anlatıyorsanız, her nasılsa, bu ifadeleri kullanamaz, her şeyi açıklamak
zorunda kalırsınız; ki bu da öğretmenin orada bulunma sebebidir. Böylece,
yazılan bir kitabın asla sınıfa bir şeyler anlatırken kaynak olarak
kullanılmaması gerektiğini öğrendim. Sadece bunun tersi yapılmalı.
Öğretmenliğin ilk üç dört senesinin ardından, yazmaya başlanabilir. Sınıfa
fikirlerinizi anlatma/kabul ettirme sürecinde, bu ilişki esnasında, çok sayıda
farklı tepki alıyor ve söylediklerinize daha fazla hakim olmaya, ne
söylediğinizi bilerek konuşmaya başlıyorsunuz. Açıklama yaparak öğrencileri
ikna etmeyi çalıştığınız esnada, kendinizi de ikna etmeye ve açıklama yapmaya
çalışıyorsunuz.
Şili asıllı yazar,
Nicanor Parra, bir keresinde bize, dinleyicilerin reaksiyonlarının şiir
okumalarını önemli ölçüde etkilediğini söylemişti. İçinde bulunduğu atmosferin
(şiir okumaya) müsait olmadığını hissettiğinde, sesi düşermiş. Dinleyicideki
muhalefet/düşmanlık, sizi de dersleriniz esnasında etkiliyor mu?
Evet, bunun bazen yıkıcı etkileri olabiliyor. Buna rağmen,
böyle durumlarda kendinizi korumak için başvurabileceğiniz hileler mevcut.
Toplulukta konuşurken, gözünüzü belirli bir kişiye odaklarsanız, o kişi de
genellikle size karşılık verir. Bir veya iki kişiyle iletişime geçmek, bir oda
içerisindeki topluluklarda durumun üstesinden gelmenizde, en azından idare
etmenizde işe yarayacaktır. Eğer ki, bir şekilde kendinizi sizden nefret eden
bir topluluğun içinde bulduysanız, bitersiniz. Muhtemelen, böyle bir durum asla
gerçekleşmez. Öğretmene nefret, 68 yılında çok yaygındı: öğrencilerin
önündeyken, kurallar sizi onlara düşman olarak gösterirdi. Öğretmen, neredeyse
saldırgan olmakla tanımlanırdı. Sürekli aynı mekanizma işledi ve böylece bir
oyun halini aldı: karşı koyma sona erdiğinde, öğrenciler kazandıklarını
düşünürler ve sizi sevmeyi bırakırlar. Bazı topluluklar, öğretmeni kahpece
davranmaya zorlayacak, müthiş bir kabul direnişi sergilerler. Genelde böyle
olur: Eğer insanların sizi sevmelerini istiyorsanız, iltifat etmek, kendinizden
ödün vermek zorundasınız. Henüz, bir topluluğu yönetmenin evrensel bir formülü
olduğunu düşünmüyorum.
Bir keresinde, modern
üniversiteleri, çağımızın işsizlik problemine bir kamuflaj niteliğindeki park
alanları olarak tanımlamışsınız. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?
Basit indirgersek, bunlar biyolojik ve sosyal sorunlar.
“Neoteinia(cinsel olgunluk)” nedir bilir misiniz? Bu bir hayvanın, ebeveyninin
koruması altında yaşadığı dönemdir: örnek olarak bir kedi, yaklaşık üç aylık
bir olgunlaşma dönemine ihtiyaç duyar. Annesi onu temizler, besler, korur. Fakat
üç ay sonunda, kedicik profesyonel bir kedi haline gelir ve gerçek bir kedi
olabilmek hayatın içine dalar. Kabile topluluklarında, genç erkeklerin ve genç
kızların kabul törenlerine katılması yoluyla, yaklaşık 16 yaşında sona erer.
Günümüz sanayi toplumunda, olgunlaşma dönemi uzadıkça uzadı. Olgunlaşmayı,
otuzlu yaşlara çıkardık. Hatta, 40 yaşına gelmesine rağmen olgunlaşma evresinde
olan öğrenciler görmek mümkün. Bu benim neslim için oldukça olağandışı. Biz 22
yaşına geldiğimizde, üniversiteden ayrılıp gerçek hayata atılmak zorunda
kalırdık. Üniversitelerin uzun soluklu eğitim süreci, günümüz toplumunun daha
eğitimli insanlara ihtiyacı olmasından kaynaklanmıyor. İnsanların, çok daha
etkili ve hızlı şekilde eğitilmeleri mümkündür. IBM şirketi, üniversite mezunu
olmayan birisini alıp ona 6 ay içinde bilgisayar dilini öğretebilir.
Üniversitelerin bu kadar uzun soluklu olması gereksizdir. Bana öyle geliyor ki,
toplumlar daha geniş bir olgunlaşma dönemini benimsediklerinde, bu nefsi
müdafaa dışında gerçekleşiyor. Üniversite öğrencisi olduğunuz sürece, iş
dünyasında rekabet edemezsiniz. Bundan dolayı üniversiteler, gençlerin gerçekte
uygun bir zamana kadar bekletiliyor olmalarına rağmen, orada iyi bir eğitim
aldıklarına inandırıldıkları park alanlarına benziyor. Öğrencilerin çok azı
alim veya akademisyen olabiliyor. Bu yüzden, üniversite eğitiminin toplumsal
açıdan maliyetleri kısma noktasında politik bir çözüm olduğu çok açık.
Bu politik çözüm kime
yarar sağlıyor?
Erke yarar, yüz binlerce dolar kazanan 50 yaşındaki
insanlara yarar. Nüfus artışı bir efsane değil ve 50 yaşındaki, hayatı boyunca
bir kurumun başkanlığına gelmek için çalışmış biri, onun işini elinden alacak
olan 30’lu yaşlardaki kişilerden kendisini korumak zorundadır. Bu durum aynı,
annesiyle yatağa gittiği için babasını öldüren çocuğun hikayesine benzer.
Üniversitelerin düzeni, bizim “Ödip karmaşamız”. Bu durum, 50 yaşındaki adamın,
30’lu yaşlardaki kişilere ihtiyacı olmadığı anlamına gelmez. Asıl sorun bu
ihtiyacın çok az seviyede olması. İnsanlık tarihinde ilk defa, insanlar 30
yaşına gelinceye kadar eğitim görüyorlar ve bu normal değil. İyi
öğrencilerimden birçoğunun iş bulmasına yardımcı oluyorum, altı ay boyunca
çalışıyorlar ve sonrasında vazgeçiyorlar. Biri bunu benim zamanımda yapsaydı,
tembel ve işe yaramaz olarak görülürdü. Bugün ise aynı insanları saygı değer
buluyoruz.
Ödip Karmaşası: Çocukların ayrı cinsten olan ebeveynine cinsel eğilimi ve kendi cinsinden olan ebeveyn ile yarışması.
Urbino’daki
Göstergebilim Çalışmaları Enstitüsü gibi seçkin kurumlar hakkında ne
söylersiniz?
Orada bile, gençliğini korumak veya yeniden elde etmek
isteyen 40’lu yaşlarda kadınlar bulabilirsiniz. Bu aynı zamanda öğretmen olmayı
seçmeleri için sebep teşkil ediyor. Bu şekilde, okuldan ayrılmak zorunda
kalmazsınız; her gün derse gidebilirsiniz. Her durumda, kötü üniversite
eğitimi, nüfus artışına bağlıdır. Bu demografik bir sorun. Ortaçağ
üniversitelerinde, insanlar ömürleri boyunca ilimle uğraşırlar ancak sadece
seçkin bir kesim yapar bunu. Günümüzdeki sorun herkesçe biliniyor ve hepimiz bu
konuda suçluyuz. Oğlum sınavlarını geçemez ve öğrenci kalmaya devam ederse
mutlu olurum. Çalışmak yerine öğrenci kalması durumunda mutlu olan sadece çocuk
değildir. Babası da hala onu kontrol ve koruması altında tutabileceği için
memnun olur.
Ebevenyler ve
çocukları, öğretmenler ve öğrenciler, bürokratlar ve işsizler, bunların hepsi
halinden memnunsa, belki de ortada bir sorun yoktur…
Genç kalmanın birden fazla yolu vardır; boyalar,
kozmetikler, estetik ameliyatlar. Bunlara okulu da katabiliriz. Columbia
Üniversitesi’ndeki sınıfımda, 45 yaşında tez yazmak isteyen bir kadını neden
görmek zorundayım? Asla öğretmen/akademisyen olamayacak; bakmakla yükümlü
olduğu 8 çocuğu ve bir de eşi var. İlmi çalışmalar yapmaktan hoşlanıyorlarsa,
bırakın bütün günlerini kütüphanede geçirsinler. Gerçek şu ki, öğrenme
istekleri, okulda oldukları döneme kıyasla azalıyor. Ömür boyu öğrenci olmak
istiyorlar; Onlara bağıran bir babaya sahip olmak istiyorlar. Üniversite
öğrenimi 4 sene içerisinde bitebilir; bunu 14 seneye taşımak için hiçbir sebep
yok.
Yükseköğrenimin
hatalarla dolu olduğunu mu düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse, bunun için bir çözüm
öngörüyor musunuz?
Bu kadar karışık hale geldiğinden beri, çözümün ne
olabileceği hakkında bir fikrim yok. Öğrenciler bozuldu, öğretmenlerin durumu
ise ondan da beter. Her şeye rağmen, bu kalabalıkların içinde daima iyi
öğrenciler bulursunuz ve bu gerçekten memnuniyet verici. Ayrıca, 40 yaşında
sizi sınıfınıza gelen, sizi dinleyen ve söylediklerinizi not alan hanımefendiye
belki de müteşekkir olmak gerekir. Derse hazırlanmak için çok çalışırsınız ve
bunun sonunda birinin sizi dinlemesi hoşnutluk verir. Bu çok yönlü bir
yanlışlık; “pax sceleris.” Foucault’un söylediği üzere, erk/güç sadece bir
yerde bulunmaz: o kıskançlıkla tutukluyu izleyen gardiyanın içindedir,
hapishaneye ekmek satan ve bunun için hapishanenin varlığına şükreden satıcının
da içindedir. Bu tür bağlantılar kurulur ve güç pekiştirilir/sağlamlaştırılır.
RÖPORTAJIN İNGİLİZCE PDF HALİNİ İNDİRMEK İÇİN GÖRSELE TIKLAYIN.
RÖPORTAJ: UMBERTO ECO - EĞİTİM ÜZERİNE (1987)
Reviewed by Ne Okudum Ne İzledim
on
Ağustos 31, 2016
Rating:
Katıldığım bir çok yönü var röportajın ama insan yetmiş yaşında üniversiteye gitmek istiyorsa da gitsin:) Sadece bir hayatımız var.Dilediğimiz gibi yaşamak hakkımız bence :) Farkındalık açısından da çok önemli bir yazı.Teşekkürler :)
YanıtlaSilOrası da öyle tabi ama burada daha çok bir politika olarak, kasıtlı olarak böyle bir yönlendirilme yapılmasına ve anlayış oluşturulmasına değiniyor gibi geldi bana. Ben teşekkür ederim. :)
SilÇok ilginç geldi söyledikleri ve aslında doğru söylediğini düşündüm. Zaman zaman bende anlam veremiyorum öğrenci kalmakta ısrar edenlere
YanıtlaSilBen bu sene yeni mezun oldum ve arkadaşlarımdan çoğu şimdi ne yapacağız diyorlardı. Hatta bilerek okulu uzatanlar, finallerde bilerek boş kağıt vererek bari bütünlemeye gireyim son kez diyenler vardı. Çünkü büyük bir çoğunluk sahip olduğu bir vasfı yitiriyor ve yerine yenisini, daha iyisini koyamıyor. Mesele özetle bu bana göre ve Eco'nun da buna vurgu yaptığı çıkarımında bulundum okuyunca. :)
SilNe kadar aydınlatıcı bir röportaj ve çevirmenliğini senin yapmış olman gururlanmanı gerektiriyor Serhat oğlum.Bazı yerlerinde, bu ikili ilişkiyi, öğretmen- öğrenci arasındaki psikolojik-soğuk savaş gibi hissettim okurken.Çoook faydalı bir yayındı.Kutluyorum seni Serhat.Selam ve sevgilerimle :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim Ece Abla. Gerçekten bahsettiğin gibi bir durum söz konusu, ben tabi öğrenci tarafından bakabiliyorum daha çok, tespitleri çok yerinde. Selamlar, sevgiler. :)
SilEmek verilmiş bir yazı eline sağlık. Emoji eksikliği hissediyorum bazen, şuraya bir alkış koymak isterdim ;)
YanıtlaSilRöportajları çok severim de..
Bende çok severim söyleşileri, benim gibi kişiler olması sevindirici. Teşekkürler. :)
SilYazı ileri zamanlar için önemli belge olur çok güzel, blogların böyle bir şey yayınlaması. :)
YanıtlaSilAynen öyle maksat faydalı olması zaten, teşekkür ederim. :)
Sil